|
"İNSANIN TARİHİ AVLANMANIN DA TARİHİDİR"
İnsanoğlu var olduğu andan itibaren
kendini büyük bir serüvenin içerisinde bulur. Doğa koşulları içerisinde
var olabilmek, varlığını sağlıklı bir şekilde uzun yıllar sürdürebilmek
zaten başlı başına bir serüvendir. Bu tarihsel yolculuğun başlangıç
döneminde sürdürülen ayakta kalabilme mücadelesinin en zor dönemeçleri,
avcı olmamızın sağladığı vasıflarla aşılmıştır.

Bilindiği üzere insanlar, canlılar
dünyasının en gelişmiş yaratığıdır. Dolayısıyla insanlaşma süreci de
dünyadaki her türlü olayla sürekli bağımlılık halindedir. Bahse konu
sürecin başlangıç aşamasında, insanların ilk tarihsel işi, -düşünmeye
başlamadan önce- maddi gereksinmelerini giderme yolunda faaliyette
bulunmaya başlamış olmasıdır. Bunun doğal sonucudur ki her geçen gün
artan ihtiyaçları gidermek için bu eksiklikleri gidermeye yönelik
aletler ve araçlar geliştirmeyi başarmışlardır. İnsanlık tarihinin
kökenini oluşturan maddi malların üretimi, alet kullanma dönemi,
insanlaşmanın başlangıcı olarak alınmaktadır. (1)
Bugün, eldeki imkanlar çerçevesinde,
biyolojik evrim tarihinin 3 milyar yıl kadar gerilere uzandığı
izlenebilmektedir. Kalıntı bulguların verilerine göre, çok hassas
radyoaktif zaman saptama yöntemleri ile yapılan hesaplar neticesinde,
insansıların günümüzden 30-35 milyon yıl evvel yaşadıkları tespit
edilmiştir. (2)
Kanatlı böceklerin varlığı ise 325 milyon
yıl evveline kadar gitmektedir. Kılkuyruklu böceklerin 375 milyon yıl
evvel yaşadıkları, eldeki fosillerden anlaşılmaktadır. (3) Halen 950.000
adet böcek türü olduğunu bilmemize rağmen, bilim adamları keşfedilmesi
gereken 7 milyon tür böcek olduğuna inanmaktadırlar. Ana konumuz olan
avcılığın başlangıç tarihinin insanlık tarihi ile eş zamanlı olarak
başladığını ise bizlere çeşitli bilim dalları söylüyor. Onun içindir ki
“biz de insanın tarihi avlanmanın da tarihidir” diyebiliyoruz.

Bugünkü anlamda ilgi alanımız olan
avcılığın içinde yaşadığımız 4''''üncü zaman dilimi içinde - özellikle
denizlerde ya-pılan avcılık göz önüne alınırsa- hâlâ çok büyük boyutta
yapılması, ve beslenme alışkanlıklarının değişmemesi halinde avcılık
eyleminin daha çok uzun seneler devam edeceğinin somut bir
göstergesidir.
Bugünkü bilgilerimizin ışığı altında insanlaşmanın öyküsünün Doğu Afrika
Serengeti savanlıklarında, ve Afrika''''nın muhtelif yerlerinde başlamış
olabileceği varsayılmaktadır. Bu insanlara, “yetenekli insan” anlamına
gelen Homo–Habilis denilmektedir. Homo–Habilisler''''in günümüzden 2.6 -
ile 1 milyon yıl kadar önce yaşadıkları var sayılmaktadır.

|
Yeteneklerini geliştiren bu insanların
geliştirdikleri aletlerin çoğunun yaşadıkları yörelerde bolca bulunan
bazalt, kuvars, ve volkanik obsidyen taşlarından yapıldıkları
görülmüştür. Bu insanlar, yaşayabilmek için doğal olarak avcıdırlar.
“Ayağa Kalkan” veya “Dikilen İnsan”
anlamına gelen- Homo Erectus''''lar ise 700-300 bin yılları arasında
yaşamıştır. Homo Erectus''''lar avcılığı gruplar halinde sürekli yapılan
bir iş olarak gerçekleştirmişlerdir. Ren Nehri yakınında bulunan
Neanderthaller''''in ise yeni edinilen bulguların ışığı altında
zamanımızdan 300-250 bin yıl evvel yaşamış olabilecekleri saptanmıştır.
(4)

|
DÜNYA TARİHİNDE JEOLOJİK DÖNEMLER
Bir milyon yıl kadar bir süre, önce sadece yaşamak için, ihtiyacı kadar
hayvanı öldüren atalarımızla hayvanlar arasında basit bir anlaşma vardı:
Karnımız toksa ve bize bir zarar vermi-yorsanız, biz de sizi rahat
bırakırız. Bu, tek yanlı bir anlaşma olmasına rağmen zalim ya da
abartılı değildi. Kısacası hayvanlara, aç olmadığımız zaman müdahalesiz
bir yaşantı öneriyorduk. (5)
Avcılık, güçlü bir bölgecilik gelişimi, iş bölümü ve konuşma ile yeni
bir üretim biçimi de doğurmuştu. Ancak avcılığın doğrudan yiyecek
üretimi olmadığını da unutmamak gerekir. Halen, doğanın hazır
sunduklarının peşinde koşulmaktadır. Avcılık eyleminin uygulanma süresi
içinde ortaya çıkan işbirliği, iş bölümü, topluluk içindeki bireyler
arasında sorumlulukların dağıtılması, verilen görevlerin zamanında
yerine getirilmesi zaman zaman da olsa düzenli besin elde edilememesi
hallerinde, birlikte tüketim durumu, grup dayanışmasını ve grup
psikolojisini ortaya çıkaran nesnel temellerdir. Grup içi ve farklı
gruplar arası ilişkiler toplumsal organizasyonların ilk örnekleridir. Bu
öykünün devamı sırasında doğaya doğrudan bağımlılık, artan nüfusa
oranla her geçen gün daha da artmaktadır. Avlanılan hayvanların hemen
hemen her şeyinden yararlanma yolları aranmaktadır. Erkekler
avlayacakları hayvanın peşinde sessizce iz sürmeye çalışırken, kadınlar
karınlarını doyurmak için yaban hayvanlarının etinden, ısınmak için
postundan, alet ve edevat yapımı için kemik ve boynuzundan yararlanma
yollarını aramaktadırlar. Pek çok hayvan türü avlanarak öldürülmekte,
insanlar ise, avladıklarını yiyerek yaşam olanakları bulmaktadır.
Hayvanlardan temin edilen proteinler, insan organizmasında yapı
taşlarına dönüşmekte ve insana yaşam vermektedir.

İlkel insan, bu sürecin, ayrıntılı
biyokimyasal dinamiklerini bilmese bile ölümle–yaşam, avladığı hayvan
türüyle kendi yaşamı arasındaki diyalektik ilişkiyi, her yeni gün tekrar
tekrar yaşayarak bu olguyu derinliğine kavramıştır.
İnsanlık alemi, toplayıcılıktan avcılığa, avcılıktan tarım toplumuna
geçerek yerküre çapında büyük bir değişime uğramıştır. 20 bin yıl önce
başladığı varsayılan iklim değişikliği sonunda tüm Avrupa''''yı ve Asya''''yı
kaplamakta olan tundralar ve stepler ortadan kalkmış, buzul tabakası
kuzeye çekilmiştir. Avrupa, ormanlarla kaplanmıştır. Coğrafyada yaşanan
bu köklü değişiklikler daha önceleri sürüler halinde avlanan av
hayvanlarının avını hemen hemen olanaksız hale getirmiştir. Fiziki
şartlar, sürek avının yapılabilmesine artık imkan vermemektedir.
İklimsel değişikliklerle beraber yukarı paleolitik avcıların süreç
içinde ortadan kalkmasına karşı, yaşama olanaklarının tümünü avcılığa
dayandırmamış toplumlar için farklı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Doğadan asalak biçimde yararlanma temeline
dayanan avcılık ekonomisinin ötesinde, doğanın doğrudan üretim
süreciyle döndürülmesi anlamına gelen hayvancılık ve tarımın
geliştirilmesi işini bu toplumlar başarmışlardır. Bu tavır G. Childe
tarafından “Neolitik Devrim” diye tanımlanmaktadır. (6) Bu konuda
Engels, çalışmanın, insanı hayvanlardan ayıran temel özellik olduğu
gerçeğini gözler önüne sergilerken “...O, her insan yaşamının birincil
ve öyle temel koşuludur ki, belli bir anlamda ‘insanı çalışma
yaratmıştır.'''' demek zorundayız...” der. (7)

Bilindiği gibi bölgeden bölgeye,
toplumdan topluma değişen şaşırtıcı boyutta birçok farklı özelliklere
rağmen, şu anda yaşayan milyonlarca insandan her biri, -hemen hemen
hepsi- aynı kalıtımsal özelliklere sahiptir. Farklı şapkalar giyeriz,
ama aynı şekilde gülümseriz; farklı dillerde konuşuruz, ama tüm diller
benzer dilbilgisi özellikleri taşır. Farklı evlenme törenlerimiz olsa
da, temelinde yatan sevgi ve aşk aynıdır. Ten rengimiz, dinlerimiz, örf,
adet ve geleneklerimiz ayrı olsa da keder ve sevinçlerimizin benzerliği
şaşırtıcı boyuttadır. Biyolojik benzerliğimiz ise tamamen aynıdır.
Herhangi bir doğal silahtan yoksun, ne zehirli bir sıvısı, ne keskin bir
kemiksi uzantısı olmayan, bu pençesiz, zayıf memelinin tarihsel süreç
içindeki başarısının öyküsü muhakkak ki dikkate değer. Bu öykünün
kahramanı avcıdır.

Avcılık eyleminin o dönemdeki kendine has
zorluğu ve avcılığın bir yaşam tarzı olmasından kaynaklanan zorunluluk,
insan oğlunu yaşayabilmek için işbirliği yapmak zorunda bırakmıştır.
Avlanma bizi biraz daha cesur, ihtiyaçtan dolayı daha çok işbirliği
yapan, daha az bencil, uzun vadeli amaçlar üzerine daha çok
yoğunlaşabilen, ve her şeyden önce daha iyi beslenebilen insanlar
olmamızı sağladı. Yani yüksek proteinli yiyeceklerle beslenmemiz,
zekâmızın gelişmesine sebep oldu. İşbirliği yapmak zorunda olduğumuz
avcılık, bizlerin daha konuşkan olmamızı sağladı.
Böylece dilimizi geliştirdik. Erkeklerin
eve et getirdikleri ve kadınların basit bir yemek için ot topladıkları
ilkel avcı kabilelerinde, ara sıra çekilen açlık dışında başka bir
beslenme sorunu olmasa gerekti. Özetle diyebiliriz ki, tarih öncesi
avcı; işbirliğine yatkın, duygulu, zeki ve çok başarılı bir insandı ve
evrimin doğal sonucu olarak avcı olmuştu.
Geçmişte hayvanları avlayan bir kabile
avcısı, zamanımızda kentlerde mızrağı veya oku olmadan da yiyecek
bulabiliyorsa, bu zamana erişinceye kadar geçen binlerce yıl
yaşayabilmek için de tabii olarak avlanması gerekiyordu.
Süpermarketlerde bin bir çeşit ürünün tüketiciye sunulduğu bir dönemde
bu sorunları anlamak güçtür. Bir zamanlar, peşinde onca zahmetle
koştuğumuz hayvanlar, artık paketlenmiş olarak raflarda hazır olarak
bizleri beklemektedir. Kısacası günümüzde yiyecek bulmak kolaydır. (8)
Bu değişim bizim davranışlarımızı nasıl etkilemiştir ?
Başlangıçta içimizde var olan avcıya ne olmuştur ?
Avımızı kovalayıp yakalama dürtülerimiz nereye yönelmiştir ?
Bu soruları cevaplamadan önce bilmemiz gereken bazı gerçekler vardır.
Bilinmelidir ki, etoburlarla otoburlar arasında iki büyük temel fark
vardır.
1- Evrim süreci içinde etçil beslenmeye
göre organize olmuş insan bedenini sadece bitki diyeti ile yaşatmak çok
zordur. Organizmanın sağlıklı gelişmesi için belirli ölçüler içinde
hayvansal protein alması gerekir; örneğin bu miktar çocuklarda
yetişkinlerin dört katı kadardır.
2- Biyomedikal uzmanlara göre bize gerekli
on gerekli aminoasiti üretmek için var olması gereken gen dizileri
vücudumuzda artık bulunmamaktadır. 0-5 yaş arası çocuklar, gelişme
dönemlerinde valin, lösin, isolösin, triptofan, arijinin, histidin,
lisin, methionin, fenilalanin ve tironin gibi, vücudun yapı taşları
sayılacak “eksojen aminoasitleri” dışarıdan alma zorunluluğunu yaşarlar.
Bu da, zorunlu olarak hayvansal gıdalar ile karşılanır. Vücudun yapı
taşları dediğimiz bu besinler bebekler tarafından zamanında gerektiği
kadar alınmaz ise, ileride sağlıklı bir vücut yapısı oluşamaz.
|
Bundan çok sonra, yaklaşık on bin
yıl önce avcı atalarımız küçük ama çok önemli bir adım attılar. Tahıl
yetiştirmeye başladılar. Avcı, artık yeni bir insanın, yani, çiftçinin
gölgesinde kalacaktı. Medeniyet tarihi 10.000 yılda öyle bir gelişme
gösterdi ki doğanın dengesini bu kısa sürede altüst ettik. Hayvan
dostlarımız üzerinde, mutlak bir üstünlük sağladığımızdan beri kontrol
edilemeyen tek taraflı bir dünya yarattık. Halbuki göz ardı etmememiz
gereken tek olgu, “gezegenimizi hayvan dostlarımızla ortak paylaşma
mecburiyetinde olduğumuz” gerçeğidir.
|
Bu ortaklık, sömürüden çok saygı temeline
dayanmalıdır. Burada ifade edilmeye çalışılan saygının, “yaşam hakkı”
olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Bir yargıç, bir yasanın çiğnenerek
bir diğer insana zarar vermesi halinde ne denli hassas davranıyor ve
serin kanlılıkla madurun haklarını koruyorsa, doğal yasalara müdahale
ederken bizim de yargıçlar gibi hassas ve titiz olmamız gerekmektedir.
İşte bu düşüncelerin ürünü olarak ortaya “Hayvan Hakları” kavramı çıkmış
ve uygar ülkeler bu düşüncenin savunucusu olmuşlardır. Bu bağlamda,
hümanizmin ışığı altında hayvan haklarının korunmasına ilişkin bir örnek
vermek gerekirse, aşağıdaki kısa öykü dikkat çekici boyuttadır.
“1545 yılında, Saint-Julien köylüleri
piskoposluk yargıcına, Ambleve''''den geldikleri iddia edilen bir yaprak
biti sürüsüne karşı dava açarlar. Böcekler hakkında bağlarını istila
ederek çok büyük zararlara sebep olduğu iddiası ile ''''aforoz ya da uygun
düşecek bir yasaklama yoluyla'''' böceklerin kurallar çerçevesinde nihai
olarak defedilmelerini, uygun görülen önlemlerin kendilerine salık
verilmesini rica ederler.”
Yargıç, hayvanların Tanrı tarafından yaratılmış olmaları dolayısıyla,
bitkilerle beslenme konusunda insanlarla aynı hakka sahip oldukları
görüşüne vararak, böcekleri aforoz etme talebini reddetmiş ve 8 Mayıs
1546 tarihli bir emirle “davacıların topluca dua ederek günahlarından
ötürü içtenlikle bağışlanmayı dilemelerine ve Tanrının inayetine
sığınmalarına karar vermekle yetinmiştir.” (9) Yazıda, “konunun bu
yargısal yanı üzerinde bir parça daha duralım... bu tutum hayvanlar
alemiyle ve aynı şekilde genel olarak doğayla, modernlik öncesi, yani
hümanizm öncesi kurulan ilişkilerin son derece anlamlı bir
göstergesidir.” denmektedir. Yazı, “İstisnalar dışında, yargısal süreç
şu aşamalardan geçiyordu” şeklinde devam etmektedir: “Dava,
şikayetçilerin piskoposluk yargıcına sundukları dilekçeyle başlıyordu.
Bunun ardından, olguların gerçekliğinin dikkatli bir bir şekilde
incelenmesi, sonra da hayvanların yargı önüne çıkarılmaları ve sanık
avukatlarının haklarını savunmak üzere (gerektiğinde, bir avukatın
yardımını da isteyen) bir dava vekilinin atanması kararının alınması
gerekiyordu.... Nitekim, sanıkların bulundukları yöreye bir mübaşirin
gönderilmesi ve yüzlerine karşı yüksek ve anlaşılabilir bir sesle, falan
gün, falan saatte, yargı heyeti karşısında bizzat hazır bulunmalarına
ilişkin çağrının okunmasının sıkça rastlanan bir uygulama olduğun
bilinmekte.... Roma hukuku usullerine göre uygun çağrının, belli
aralıklarla ve üç kez yinelenmiş olması gerekiyordu ki yargılanmanın,
sanıkların yokluğunda yapılmasına karar verilebilsin. Söylenen gün ve
saatte, mahkeme salonunun kapıları, ardına kadar açık bir şek-ilde,
sanıkları bekliyordu. Ve sanıklar, nedeni sadece Tanrı''''nın bildiği bir
sebepten dolayı hazır bulunmadıklarından onlara bir dava vekili
atayabilmek ve bunun için de onlara geçerli bir mazeret bulmak
gerekiyordu.” diye son bulmaktadır. (10)
Bilindiği üzere ortaçağda seyahat özgürlüğü, silah taşıma, ve avlanma
hakkı sadece soylulara tanınan bir ayrıcalıktı. İstisnai olarak büyük
yapıları (saray, katedral v.b.) inşaa maharetine sahip taş duvar
ustaları sadece seyahat özgürlüğünü kullanıyorlardı. Toprakların
soylulara ait olmasından ötürü, doğal olarak o topraklarda yaşayan tüm
hayvanların mülkiyeti de derebeylerine aitti. Köylülerin kesinlikle
avlanma hakkı yoktu. 15''''inci yüzyılda bir taraftan Tanrı korkusu ile
hayvanlar korunmaya çalışılırken, diğer taraftan feodal düzenin
çarpıklıkları tüm boyutları ile yaşanıyordu. Avlanma hakkı, köylüler
tarafından ihlal edildigi zaman, caydırıcı olmak için avlananlara çok
ağır cezalar verilirdi. Örneğin, ayağından kösteklenmiş ve sırtına geyik
boynuzu geçirilmiş bir av suçlusu kendisini şanslı (!) olarak
nitelendirirdi. Zira, ortaçağın sonlarına doğru, böylesi durumlarda
suçlulara verilen cezalar arasında el, kol kesmek, hatta ölüm cezası
bile uygulanırdı.
Bugün için doğa sevgisi, esas itibarı ile yaşam kalitelerindeki bir
yozlaşmadan kaçınmak isteyen bireylerin büyük bir çoğunluğu tarafından
paylaşılan demokratik bir tutku ve haklar manzumesidir. Yegane hukuk
nesnesinin sadece insan mı, yoksa kozmos içinde varlıklarını sürdüren
tüm canlılar mı olduğu gerçeği, ortakyaşarlık adına ciddi boyutta
sorgulanması gerken bir olgudur. Gelecek zaman dilimi içinde, bugün için
“cansız” sıfatı ile adlandırdığımız varlıkların da haklarının
savunulması, -en azından tarihsel ve kültürel bağlamda- yönündeki
hareketler hız kazanabilir. Bunun yanı sıra biyosfer veya çevrenin
korunmasına yönelik istençlerin hızla yükselen değerler içerisinde arzu
edilen yeri alması, aynı toplumda yaşayan bireylerin ortak arzusu
olmalıdır. Çünkü hiç unutulmamalıdır ki, her hayvan, her canlı,
milyonlarca yıl süren bir evrimin sonucudur.
Bu dünyada yaşayan her canlı bir diğerine, yaşam zinciri olarak
adlandırabileceğimiz bir ilinti ile bağlıdır. Her biri, kendi yaşam
biçimine uyumludur. Bu bağlamda yaşam zinciri kendi içindeki en zayıf
halka kadar kuvvetlidir. Bir canlı türünün ortadan kalkması, milyonlarca
yıl süren bir evrimin sonucunun yok olması demektir. Bunun bedeli
ödenemez. Hiç akıldan çıkartılmamalıdır ki her tür, öncelikle kendi
varlığı için korunmaya muhtaçtır. Her hayvan, güzelliği, sayısının az
olması, ya da parasal değeri için değil, sadece var olduğu için, yaşam
hakkı saygı görmelidir. Sıradan bir serçenin biyolojik yaşam içindeki
görevi, yaşam zinciri içindeki önemi, günümüzde bir papağan veya goril
yavrusu kadar sempati toplamıyorsa; bu onun kabahatli olduğunu değil,
olsa olsa bizim onun hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız
gerçeğini ortaya koyar. Bu anlayışı dünya ölçeği içinde sergileyene
kadar geçecek zaman insanlığın ortak kaybı ve ortak ayıbıdır. Bir
kuşakta alay konusu olan herhangi bir şeyin, onu izleyen kuşağın
“kaygısı” haline gelebileceği ihtimali her zaman vardır ve bu olasılık
akıldan hiç çıkartılmamalıdır.
AVCILIĞIN ÖZÜ
Avcılığın heyecan dolu evrensel bir
etkinlik olduğunu, insan mutluluğuna bu denli katkısı olan bir eylemin
nedenini araştırmak, onun şu veya bu konularla bağlantılarını değil,
kendi içinde ne olduğunu anlamaya çalışmamız bir başka deyişle avcılığı
anlayabilmemiz için öncelikle avcılığın “özünü” anlayabilmemiz
gerekmektedir.
|
İnsanları ava iten neden aslında
insanın var olan öz yapısıdır. İnsan yaradılışı itibari ile hepçil bir
yaratıktır. Süreç içinde etçil yanı daha çok ön plâna çıkmıştır. Öğütücü
dişlerinin yanı sıra kesici (incisor) ve delici (canine) dişleri
vardır. Bütün diğer et oburlar gibi gözleri mesafe tahmin edebilmek için
yüzünün ön tarafında oluşmuştur. Dolayısıyla felsefi bağlamda insan,
doğası itibari ile avcıdır ve biraz da abartı ile söylemek istersek her
an “saldırıya hazırdır”. Buna karşılık, otobur hayvanların gözleri
savunma amacı esas kılındığı için, yüzün her iki yanında yer almıştır.
Aynı anda çift imaj algılayabilir. Sistem, yine doğuştan “savunmaya”
dönüktür.
|
Avcılığı sadece bir etkinlik ya da salt
yarar sağlamak gibi geçici amaçları açısından tarif etmek özünü
anlayabilmek için yeterli değildir. Bunlar, olsa olsa onun çok eskiden
beri uygulana geldiğinin, dolayısı ile kendi içinde tutarlı bir yapıya
sahip olduğunun delilleridir. Avcılığı, kendine özgü uygulama teknikleri
ile de tanımlamak mümkün değildir. Çünkü bunlar pek çoktur ve
birbirinden farklılıklar gösterir. (11) Kurt Lindner''''in Prehistoric
Hunting (Tarih Öncesi Avcılık) adlı yapıtında avcılığı “akılcı
kovalamaca” olarak tarifi, eksik değilse de, tam da değildir. Çünkü
mağara adamının tam anlamıyla akıllı olduğunu söylemek de zordur. Ayrıca
bu tanımlamalar günümüzün anlayışı içinde çok da anlamlı sayılamaz.
Bizler yine tarihsel süreç içinde avlanmaktan beklenen nihai amacın
öldürmek olmadığını da biliyoruz. Hayvanları ehlileştirmek için canlı
olarak ele geçiren insanoğlunun bu davranışı somut bir örnektir.
Zamana bağlı olarak, silahların etkinliği
arttıkça insanoğlu, av hayvanlarının rakibi olarak, kendine özgür
iradesi ile sınırlamalar getirmiştir. Avlayan ile avlanan arasında
doğuştan var olan eşitsizliğin, en azından artmaması için hayvanların
doğal savunma mekanizmalarını aşmamaya özen göstermiştir. Belirli bir
sınırın aşılması halinde avcı-av ilişkisi, salt yok etme eylemine
dönüşür ki, işte bu avcılığın özüne aykırıdır. Bilinmelidir ki, insanın,
hayvanla karşı karşıya gelmesinde, kuralları insanlar tarafından
konulmuş bir sınır vardır. Bu sınır, insanın akıl üstünlüğünün, insanın
durması gereken noktadaki kurallarını içeren denetim mekanizmasıdır.
Akıl gücü bu süzgeçten geçmez ve başı boş kalırsa, avlanmak, avcılık
olmaktan çıkar.
Örneğin; balık yakalamak amacı ile
derelere elektrik veren veya uyuşturucu maddelerle balık avlamaya
çalışan balıkçının yaptığı eylemde, baştan akıl var gibi görülebilir.
Halbuki bir veya birden fazla türün sonunu getirecek bu davranış aslında
tamamen akıl dışıdır. Denetim mekanizmasının, yeterince sağlıklı
çalışmamasından ötürü akıl kötü yolda kullanılmış, sayısal çokluğu temin
için sınırlar yasa dışı yollarla aşılmıştır. Bu cürete karşı sadece bu
tanımlama ile yetinmemiz mümkün de değildir. Bu davranış türü, aynı
zamanda hakkından daha çok bir paya sahip olma arzusu taşıdığı için, en
hafif tabir ile ahlâkla da bağdaşamaz. İşte, bu mantıkla, bu balıkçı,
çok balık yakalamasına rağmen aslında avcı değildir.
Bıldırcın avlamak için, ses cihazı
kuran, geceleri ışık yardımı ile tavşan veya bir diğer hayvanı avlamaya
çalışan, ağır kış şartlarında yaban hayvanlarının fiziki
imkânsızlıklarını kendisine avantaj sayan, motorlu taşıtlarla av yapan,
teknik imkanları zorlayarak, geceleri gece görüş dürbünü kullanmak
sureti ile av yapan, yasaların öngördüğü avlanma metotlarının dışında,
avlanmayı alışkanlık haline getiren, yaban hayvanlarının çiftleşme
(Katım aylarında) dönemlerinde yabanıl tepkilerinin en düşük düzeye
indiği anlarda av yapan, hayvanları, yeme alıştırmak sureti ile onların
en zayıf yönünden istifade yoluna giden, avcı kılıklı, ahlâk yoksunu
kişi, gerçek avcıların, dolayısıyla, insanların yüzkarasıdır.
|
|
Genel anlamda avcılık; birinin etken,
diğerinin edilgen olduğu yani, birinin avlayan diğerinin avlanan olduğu,
farklı türler arasındaki olgudur. Avcılığın yalnız insanoğluna ait bir
uğraşı olmadığı, zooloji dünyasının her kademesinde var olduğu, herkes
tarafından bilinmektedir. Günlük yaşamımızda üzerinde çok da fazla
durulmadan izlenen bu olgu, bizler tarafından yaşamın sıradan bir eylemi
olarak izlenir. Örneklemek gerekirse; kedilerin fareleri, kuşların
sürüngenleri ve böcekleri, yırtıcıların memelileri, büyük balıkların
küçük balıkları avlama sureti ile yedikleri hemen herkes tarafından
tartışılmaz olarak kabul gören bir gerçektir. Dolayısıyla kanıksanmıştır
da diyebiliriz.
Avlanmak eyleminde karşılık yoktur.
Yani eylem, tek taraflıdır. Bunu doğuran temel nitelik türler
arasındaki eşitsizliktir. Zoolojinin acımasız hiyerarşisinde bu gerçek
pek çok örnekle anlatılabilir. Av, avcıdan çok daha hızlı veya çok daha
güçlü olabilir. Ancak, hayati nitelikteki değerler açısından sonunda
avcı, her zaman avına karşı üstünlük sağlayacaktır. Bu eylemin adına
avcılık diyebilmemiz için avlanılanın kaçıp kurtulma şansının var
olması, ve kural olarak kaçabilecek güçte olması lazımdır. Merkez Av
Komisyonu kararlarında; Zaman Yasakları ve Yasaklanan Avlanma Usul ve
½ekilleri başlığı altında belirtilen tarihlerden, metotlardan
çıkartılması gereken anlam ve arzulanan temel amaç budur. Yani, yeni
doğan yavruların ergin hale gelip kaçabilme şansını yaratmaktır. Bu
bağlamda; Başarılı sonuç, avın olmaz ise olmaz şartı değildir.
|
|
Eve eli boş dönmenin ayıbı veya yadsınacak
hiçbir yanı yoktur (Rentrer bredoville - eve eli boş dönmek) (12).
Avcılığın en güzel yanlarından birisi de “her zaman sorunlu” olmasıdır.
Bir yerde bir sorun var ise, bir de çözüm var demektir. Çözüm yollarını
zorlamak, bir eylemi gerektirmektedir ki bu da ünlü düşünür Aristo''''ya
göre “mutluluktur”. Kısacası, mutluluğa erişmenin doyurucu yolu, zoru
başarmaktan geçmektedir. (13)
İnsanoğlu hiç kuşkusuz kendisine göre bir
alt tür olan hayvanlara kaçma şansını bilerek vermelidir. Sahip olduğu
üstün yetenek ve olanakları sınırlayarak türlerin devamını sağlamak,
avcılığın temel yaklaşımlarından biri olmalıdır. Ancak bu sayede avcılık
gelecek nesillere aktarılabilir. Avcılığın bir etkinlik olarak
yapılması ve bu nitelikle herkes tarafından anılması istenecek ise avcı
kendi özgür iradesi ile insana has olan üstünlüğünden vazgeçebilmelidir.
Avlanma olayı, türler arasındaki eşitsizliği aşırı boyutlara
getirmemelidir. Aqula non capit muscas. Kısacası “kartal, sinek avlamaz
”. (14)

AVCILIĞINBASAMAKLARI
Farklı yaş gruplarına sahip avcıların
sergiledikleri davranış biçimleri genellikle değişiktir. Avcının zaman
içinde giderek incelik ve tecrübe kazanması, onun daha zor avların
peşine düşmesine sebep olur. Günümüz antropologlarından Carleton Coon
(15) “bedensel ve akılcıl değişimin sağlanabilmesine yetecek sürenin
henüz geçmemiş olduğunu” söylemektedir. Yani bizler, beden ve ruh olarak
taş devri atalarımızdan farklılaşacak zamana henüz sahip olmadığımızdan
onlara benzer durumdayız.
Wisconsin Üniversitesi profesörlerinden
Robert Jakson ve Robert Norton tarafından 1970''''li yıllar sonlarında
1.000''''in üzerinde avcı ile görüşme sonucu gerçekleştirilmiş çalışma
sonuçlarına göre, avcıların avla ilgili davranış gelişimleri beş ayrı
basamakta gruplanabilmektedir. (16)
1- ÖĞRENME BASAMAĞI
2- SINIRLARA ULA½IM BASAMAĞI
3- TROFE BASAMAĞI
4- METOT BASAMAĞI
5- SPORTMENLİK BASAMAĞI
Bu basamakları tek tek kendi içinde incelediğimizde her avcının
kendisini bu basamakların herhangi birinin içinde bulabileceğinden
şüphemiz yoktur. Ayrıca bu basamakların birinin içinde olmak, son derece
doğaldır da. Burada göz ardı edilmemesi gereken husus, avcının
bulunduğu basamağa hangi süre içinde ulaştığıdır. Örneğin, Öğrenme
Basamağı''''nın geçilmesi için gerekecek maksimum süre, formal eğitim almak
koşulu ile en fazla 2 yıldır. Sınırlara Ulaşım Basamağı için de aynı
sürenin geçmesi uygun olabilir. Avcının, Trofe Basamağı ve Metot
Basamağı''''nın gereklerini uygulayabilmesi için toplam 6 yıl gibi bir
süreye ihtiyacı olduğunu varsayarsak, 10 yıllık bir avcı Sportmenlik
Basamağı''''nın sınırlarına ulaşmış demektir. Bu örneği anlatmaktan
amacımız; 30 senelik avcı olmasına rağmen av sohbetlerini “hâlâ, kaç
tane vurduğu üzerine” koyulaştıran avcılarımızın konuyu bir kere de bu
bakış açısı ile görmelerini, bu bağlamda bir kere daha düşünmelerini
sağlamaktır.

1-ÖĞRENME BASAMAĞI
Bu basamakta avcının ana amacı, nişan alma
ve atışla ilgili becerisinin geliş-tirilmesi ve gelişmiş durumunu
başarı ile çevresine gösterebilme çabalarını kapsar. Bir avcının bu
basamakta bulunduğunu, sergilediği ta-vırlardan kolayca anlayabiliriz.
Birlikteliğini sürdürdüğü arkadaşları arasında sohbet konularını sürekli
olarak silah, nişan alma ve atış teknikleri üzerinde
yoğunlaştırması karakteristik davranış biçimlerinin başında gelir. Bir
yandan temel kavramların nedenselliğini sorgulamaya çalışırken bir
yandan da kendisine uzun yılların kazandırdığı bir tecrübe varmışcasına
pekişmiş kanaatlerini seslendirir. Yakın bir zamana kadar, usta çırak
ilişkisi içinde kendisine yeni kazanımlar sağlayan yakınlarını, zaman
zaman eksiklikle suçlayabilir. Katılmış olduğu avlarda, yapmış olduğu
hataları sık sık tekrarladığının farkında bile değildir. Belirli bir
eğitimden veya disiplinden gelmediği için son derece önemli hayati
tehlike taşıyan kazalara bu basamakta sıkça rastlanır. Bu basamaktaki
avcının heves ve arzuları aklının önündedir. Avcılık etiği hakkında
pekişmiş bir kanaati yoktur. Evrensel değerler ve var olan doğal
kaynakların gelecek nesillere aktarılması ile ilgili ana konular ise onu
hiç ilgilendirmemektedir.
2- SINIRLARA ULAŞIM BASAMAĞI
Bu basamakta ana amaç, yasal kurallarla
belirlenen sınıra kadar ulaşmak için fazla av yapmak ve avcılık
yeteneğini kendine ve yakın çevresine ispatlamaktır. Öğrenme basamağını
geçen avcı, bu basamakta müthiş bir enerji sarf eder. Onun öncelik
taşıyan tek bir amacı vardır. Sınırlara ulaşmak!.. Yani, yasaların
kendisine hak gördüğü tüm hayvanları bir an önce ele geçirmek, en
öncelikli hedeftir. Bu basamağın içinde bulunan avcı, tabir caizse dur
durak bilmez. Av gününün başlangıcından sonuna kadar av yapma tutkusu
ile yanar durur. Vakit kazanmak için yiyeceğini yanında taşır. Av
sonunda vurduklarını yakınlarına göstermek arzusu, her zaman ön
plândadır. Başarılı bir av sonunda evine herkesin göreceği saatte
gelmesi, avladığı hayvanları elinde veya kıtgasında belinde uzun süre
taşıması, başlattığı her sohbetin ana konusunun bir önceki av olması
tesadüfi değildir. Başarısız geçen avlar bu avcı için kelimenin tam
anlamıyla ruhsal bağlamda yıkımdır. Av tutkusu, gündelik hayatında her
şeyden daha fazla öncelik taşır. Rüyaları bile bu basamakta av figürleri
ile doludur. Uykusundan, kaçan hayvanın sesinden sıçrayarak uyanır.
Daha çok avlanabilmek için silahlar hakkında bilgi edinme merakı bu
basamakta başlar. Düne kadar ilgisini çekmeyen balistik bilgiler
şimdilerde merak konusudur. Uygun çaplı şoklu silah veya uygun kalibreli
bir yivli silah tercihinin kendisine getireceği kazanımların artık
farkındadır. Bu bağlamda edindiği bilgileri bir evvelki basamakta
bulunan avcılarla paylaşmaz. Tabir caizse konu av olursa, o biraz bencil
ve kıskançtır.
3- TROFE BASAMAĞI
Bu basamakta ana amaç, rastgele bir av değil, avla-nabileceğinden emin
avlar arasında dikkatle seçilmiş, belirgin özelliği olan birinin
avlanmasıdır. Bu özellik bazen göze çarpacak kadar fazla gelişmişlik
(Büyük trofe) olabileceği gibi bazen de normal yaşama devam edemeyecek
kadar güçsüzlük sergileyen bir hayvan da olabilmektedir. Bu noktada
geçerli kural, belirgin olarak avcı tarafından üretilmiş değer
yargılarıdır. Değer yargıları yüksek olan avcılar, yaşlı bir hayvanı
avlamayı yeğlediklerinde kendilerini yaban hayatı içinde bir regülatör
olarak görürler. Bu basamakta karşımızda usta ve seçici bir avcı
bulunmaktadır. Geçmiş yıllara göre daha az, ama daha öz konuşmaktadır.
İçinde bulunduğu av sezonunu çok daha evvelden plânlayan, uzun
mesafelere ava gitmekten çekinmeyen, donanımı geçmiş yıllara göre daha
mükemmel olan avcının silahlar ve avcılık hakkındaki değer yargıları
hemen hemen kemikleşmiştir. O artık bir strateji uzmanıdır. Neyi, nasıl,
ne zaman ve kaç tane avlayacağını çok önceden plânlamıştır. Kurguları
kendisini çoğu zaman yanıltmaz.
Ava gittiği arkadaşları ile uzun
yıllar devam eden bir beraberliği vardır. Avcılık eylemi için yeni
arkadaşlıklara gönüllü değildir. Bu muhafazakâr tavrının arkasında,
olası kaygılar yer alır. Kısacası bu bağlamda dışa kapalıdır. Avlamayı
düşündüğü hayvanı uzun süreden beri takip etmektedir. Avlanacağı zamanı
ve yeri asla ondan duyamazsınız. O, size sadece sonucu göstermek ister.
Bu aşamada ava gitme sayısı azalırken rafine zevkler çoğalır. Kurulan
yemek sofraları geçmiş yıllara göre belirgin bir gelişme göstermiştir.
Geçmiş zaman dilimleri içirsinde her türlü koşulda yemek yiyen avcı,
şimdilerde seçicidir. Av sohbetlerinde geçmişe dönük özlem dolu
söylemler ağırlık kazanmaya başlar. Avcının, avlağa sürekli olarak
fotoğraf makinesi götürme arzusuna bu basamakta rastlanır.
|
|
4- METOT BASAMAĞI
Bu basamakta avcı, beceri gerektiren ve dolayısıyla ava daha fazla kaçıp
kurtulma olanağı sağlayan avlanma metotlarına yönelmektedir. Bu
basamağa ulaşmış avcılar kullandıkları silahların kalibrelerini
küçültürler. Örneğin 12 çaplı bir silah yerine 16 çaplı veya çok daha
küçük çaplı silahlara (20 veya 36) kendi özgür iradeleri ile yönelirler.
Hatta bu silah, tek kırma veya ağızdan dolma silah bile olabilir. Bu
basamakta avlanma fiili yavaş yavaş birinci plândaki yerini kaybeder.
Avlanmış olmak veya av sırasında vurup vurmamak artık eskisi kadar
önemli değildir. Bazı hallerde avın kaçması onu sevindirir. Çevre ile
farklı boyutlardaki ilgi bu basamakta yoğunlaşır.
|
Avlanmaya gittiği bölgenin sosyal ve ekonomik değerleri hakkında
bilgi toplama ihtiyacı bu basamakta başlar. Avlanma süresi, gün içinde
olduğu gibi yıl içinde de kısalmıştır. Kendisine tanınan avlanma
limitlerinin altında av yapmış olması, onu artık eskisi gibi
üzmemektedir. Azla da yeterince haz alınabileceği şeklindeki düşünceler
yavaş yavaş kemikleşme sürecine girmeye başlamış, hatta, değerleri
içinde bir yargı olarak yerine oturmaya başlamıştır.
|
Doğaya bakış açısında köklü değişimler bu
basamakta başlar. Avcının kafasında geçmiş yıllara göre farklı boyutta
soru ve cevaplar oluşmaktadır. Neden? Niçin? Nasıl? ağırlıklı sorular
gündemin yoğunluğunu teşkil eder. Bu basamakta avcı her konuda
seçicidir. İsteklerinden taviz vermez. Yapılan sohbetlerde yaşanan günün
olayları hakkında felsefi boyutlar içeren ve gittikçe yoğunlaşan ağdalı
konuşmalar ağırlık kazanır. Her konuda ayrıntılara inilmeye başlanır.
Genç avcılara verdikleri öğütlerde daha tutarlı ve ısrarcıdırlar.
Geçmişi sorgulamanın başlangıcı, metot basamağının son yıllarıdır.
5- SPORTMENLİK BASAMAĞI
Bu basamakta, uzun yıllar boyu yürütülen
ve avlarda üretilmiş ve geliştirilmiş değer yargıları, doğa ile ilgili
denge kavramları, yaşama verilen değer, yaşam armonisi, doğa ve yaşam
sevgisi gibi ana öğeler etken rol oynar. Bu basamağa ulaşmış avcılar
avcılığın doğru kulvarlarda gelişimi, yaban hayatının doğal
sürekliliğinin korunması gibi konularda zaman ve para harcamayı
seçmektedirler. Genç avcılara avlanmanın prensiplerinin öğretilmesi,
habitat korunması ve geliştirilmesi için oluşan topluluklarda görev alma
ve faal rol yüklenme bu basamakta gözlenmektedir.

Bu basamak avcıya, uzun yılların
kazandırdığı tecrübelerin nimetlerini sunmaktadır. O, pek çok konuda
deneyim sahibidir. Geçmiş yılların ona verdiği kazanımlar azımsanmayacak
kadar çoktur. Bu basamaktaki avcı, tabir caizse piramitin tepe
noktasına ulaşmak üzeredir. Doğaldır ki bu konum ona, belirgin bir
yalnızlığı bariz olarak yaşatacaktır. Yakın çevresindeki genç avcılar
onu, savunduğu ilke ve evrensel değerlerden ötürü anlamakta güçlük
çekeceklerdir. Yeni yetişen avcıların, onu anlayabilmesi için uzunca bir
zamana ihtiyacı olduğunu, sadece kendisi bilir. Bu basamaktaki avcı,
hemen hemen yalnızdır, duygusaldır ve alıngandır. Bu yalnızlığını aşmak,
kazanımlarını gelecek nesillere aktarmak için kitap yazar.
Fotoğraflardan veya kitaplardan oluşan arşivine çeki düzen verir. Bilgi
birikiminin ne denli önemli olduğunu, zaman ona acımasızca öğretmiştir.
Doğa ile uzun yılları kapsayan diyalektiği, hayatın sadece kısa bir oyun
olduğunu, kendisine yüklenen rolün önemini de ona öğretmiştir. Yaşamın
yadsınmaz bir gerçeği olan ölümün, bir tetik düşürme süresi kadar kısa
bir zaman dilimi içinde ona ulaşabileceğinin artık bilincindedir.
Ardında bırakması gerekenleri, şimdilerde daha iyi algılayabiliyordur.
Bu basamaktaki avcının ulaşmak istediği nihai hedef, geçmişteki
kazanımlarının gelecek nesillere bir disiplin içerisinde aktarılmasını
temin etmektir.
EVRENSEL ÖLÇÜDE SORUMLULUK DUYGUSU
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde tüm
dünyada kabul gören yaban hayatı ve yaşama ortamlarının korunması
hakkındaki uluslararası yaklaşım; yabani flora ve faunanın, gelecek
nesillere aktarılması gerekli, estetik, bilimsel, kültürel,
rekreasyonel, ekonomik ve özgün değerde doğal bir miras oluşturduğu
yönündedir. Bu bağlamda, avcının toplumun diğer bireylerinden daha fazla
sorumluluk taşıdığı tartışılmazdır. Çünkü, gerçek olan odur ki,
toplumun tamamına ait doğal kaynakların önemli bir boyutunu sadece
toplumun bir kısmını teşkil eden avcılar kullanmaktadır. Gerçek bu ise
“faydalanan karşılar” prensibinden bahsetmemiz yadırganmamalıdır. Aksi
takdirde, gün olur ki karşılama arzusu ne denli içten olursa olsun
“faydalanamama” gibi bir durum ile karşı karşıya kalınabilir. Avlanma
hakkını savunan bilinçli avcıların evrensel sorumlulukları da
yüreklerinde hissetmeleri, onu her yerde yüksek sesle seslendirmeleri
gerekmektedir.
Avcılık eyleminin uygulanması sırasında, yasaların avcılara öngördüğü
sınırlar, evrensel sorumluluklarımızı yerine getirmeye yeterli midir?
Yoksa, yasalardan öte, avcılığın yazılı olmayan kaidelerin de
bahsedilebilir mi ? Bu sorunun cevabı belki de pek çok avcı tarafından
bilinmesine rağmen ne yazık ki sıkça seslendirilmemiştir. Adından da
anlaşılacağı gibi bu kaidelerin yazılı olmayışı yaygınlaşmasını önemli
ölçüde olumsuz olarak etkilemiştir.
“Kendisini büyüleyen hayvana ölüm getirecek olan davranışlardan önce her
gerçek avcı, vicdanının derinliğinde bir sızı duyar. Avcılık bir
canlıyı öldürmenin diğer canlıya zevk verdiği tek normal durumdur.
Avcılığı spor olarak bir düzen getirip yönlendiren o kaçınılmaz
eşitsizlik faktörünü kabul etmek bana daha ince bir gerçekçilik gibi
geliyor. Ölçü olmayan yerde hiçbir şeyin erdemi yoktur. Avcı, öldürmek
için avlanmaz, avlanmak için öldürür. Doğanın büyüleyici gizi, avcılığın
gerçeğinde, canlılar arasında önlenemeyen hiyerarşide saklıdır.”
José Ortega Y. Gasset “Avcılık Üstüne” isimli kitabında böyle diyor.
Katılmamak mümkün değil. Bir canlının ölümden bu denli keyif alınan
başka bir uğraşı yoktur yer yüzünde. Öldürülen bir canlının yanında ölüm
sonrasını, bir fotoğraf karesi ile tespit etme alışkanlığı ise, hemen
hemen yok denecek kadar azdır. Bu denli çelişkilerle dolu olan avcılığı
kabul edilebilir değerlerle sürdürebilmek, eylemin her safhasına
olağanüstü özen göstermekle mümkün olabilir. Başlangıcından son anına
kadar, her aşamasında teknik açıdan dikkat isteyen sorumluluk dolu bu
uğraşı, aynı zamanda bu eylemi gerçekleştiren avcının belirgin ölçüde
üstün değer yargıları ile donatıldığı takdirde savunulabilir.
Çoğu zaman, paleolitik dönemde olduğu gibi grup çalışmasını gerektiren
avcılık eyleminde zaman zaman da olsa bireysel davranışlar ön plâna
çıkabilir. Avcı ve av, bir dere yatağında olduğu gibi, bir ormanın
derinliğinde, veya bir kaya parçasının yanı başında yalnız kalabilirler.
İşte, hiçbir yasanın veya kuvvetin müdahale edemeyeceği kritik an
budur. Burada avcı ve av arasında, yani yaşamla ölüm arasında sadece
avcının davranışlarını düzenlemeye olanak tanıyan pekişmiş değer
yargıları vardır. Bu değer yargıları doğru olabildiği ölçüde, yanlış da
olabilir. Bu an, avcılığın yazılı olmayan kaidelerinin yürürlükte olması
gereken zaman dilimidir. O an için kendisine hak tanınan limitler
dahilinde de olsa avcı, yerde gördüğü bir uçara, yavru, dişi veya
damızlık için en verimli yaşında bulunan bir erkek memeliye silah
doğrultmuyorsa örf, adet veya töreler, yani avcılığın yazılı olmayan
kuralları yürürlükte demektir. Arzulanan da budur.
Bu davranış biçiminin avcı toplumunun içinde yaygınlaşması, üstün değer
yargılarının seslendirilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu hâl, eğitimle
sağlanabileceği gibi, usta çırak ilişkisi içinde de gerçekleşebilir.
Önemli olan bu ve benzeri davranışların toplum içinde sık sık
seslendirilmesi ve taraftar bulabilmesidir. Kısacası, süreç içinde,
avcının daha çok merhamet duygusu taşıması, insanlaşma sürecini
hızlandırması gerekmektedir. Örneğin aşırı yağışların oluştuğu
mevsimlerde, şiddetli fırtınaların yaban hayvanlarının fizik
kudretlerini zaafa uğrattığı zamanlarda, ava gitmek yasak olmasa da
uygun olmayabilir. Göç yollarına yasa dışı kurulan tuzaklarla, avcılığın
etik anlayışı arasında bir münasebet kurmak oldukça zordur.
Bu gün için bir çok avcı “Ben vurmasam, nasıl olsa başkası vuracak” gibi
son derece ilkel bir düşünceyi hiçbir sıkılma duygusuna kapılmadan
uluorta seslendirerek “Ne çıkarsa onu vururum” bile diyebilmektedirler.
Avcılığın bilincine erişmiş az sayıdaki gerçek avcılar da, bu durumu
derin bir kaygı ile izlemektedirler. Mevcut yozlaşmanın altında
eğitimsizliğin yanı sıra yasal boşlukların da olduğu tartışılmaz bir
gerçektir.

ÖRF, ADET
VE
GELENEKLERİMİZ
Hiçbir yaptırımın zorunlu olmadığı yüzlerce yıl evvel, avcıların
davranış biçimlerinin bugünkünden daha sağlıklı olduğunu kitapların
dünyasından öğreniyoruz. Örneğin, Dede Korkut Masalları''''nda, Alp insan
türünün seçkin davranış biçimlerini Türk''''lerin gösterdiği yazılıdır.
Begil Oğlu Emre Destanı''''ndan almış olduğumuz bir şiirde şöyle
denmektedir.
Üç yüz altmış atlı Alp ata binerse,
Kanlı geyik üzerine yürüyüş olsa,
Begil, ne yay kurardı, ne ok atardı,
Hemen yayı bileğinden çıkarırdı,
Boğanın, yabani geyiğin boynuna atardı, çekip dururdu.
Zayıf ise kulağını delerdi, avda belli olsun diye,
Ama semiz olsa boğazlardı.
Eğer beyler geyik avlarsa,
Kulağı delik olsa,
Begil sevincidir diye Begil''''e gönderirlerdi.
Yüzlerce yıl öteden, değeri bugün bile tartışılmayacak seçkin bir örnek
ile karşı karşıyayız. Milli destandan aldığımız bu şiirin satırları
arasında şimdilerde uygulanmasına çalışılan tutarlı davranış biçimleri
sergileniyor. Avcılığı, bir “hasat” olayı gibi düşünen ve gören Begil,
zayıf hayvanı “avlamaya değer” görmüyor. Zayıf geyiği, içinde
bulunduğumuz günlerdeki yaban hayvanlarının envanterinde kullanılan
markalama yöntemlerine çok benzeyen bir yöntemle işaretliyor. Diğer bir
avcı, uygun zamanda avladığı bir hayvanın kulağında bir delik görse “Bu
av Begil''''indir” diyerek ona gönderiyor. Bu örnek, avcılığın örf, adet ve
geleneklerle ne denli ilişki içinde olduğunun somut bir örneğidir.
Bugün, bu değerleri bir ölçüde istemeden de olsa göz ardı edecek hale
gelmiş olabiliriz. Ama yine de geçmişimizde var olan bu erdem dolu
davranış biçimlerinin varlığının kanıtlanması, bizim için hem teselli,
hem de gelecek için bir umuttur. Milli destanımız Türk kültürünün
zenginliklerini, Türk folklorunun sayısız değerlerini, Türk milletinin
yüksek insani vasıflarını, duygularını, faziletlerini ve meziyetlerini
dile getirir. Avcılığın belirli bir formal eğitim ile disipline
edilmesi, yüksek değer yargılarının yaygınlaştırılması, bugün için
sürdürülebilir avcılığın olmazsa olmaz şartıdır.
AVCI AHLÂKI VE AVLANMA ETİĞİ
Genel olarak ahlâk dediğimizde, insanları
gerek birbirleri ile gerekse yaşadıkları toplumun içinde ön plâna
çıkaran değerler karşısında, günlük davranışlarını yönlendiren örf, adet
ve geleneklerin yanı sıra; normların ve kuralların oluşturulduğu, özü
tarihsel gelişim sürecinden süzülerek gelen toplumsal bilinç biçimi
anlaşılır. Ahlâk değerlerini, normlarını, insanların görüş ve
düşüncelerini, tarihsel süreç içinde derinlemesine inceleyerek, nesnel
gerekçelere dayandırmak sureti ile uyum içinde geliştirme görevini
üstlenen felsefe bölümü ise, etiktir.
Eski Yunanca etos sözcüğünden kaynaklanan
etika kavramını ilk defa Aristotales kullanmıştır. Aristotales, tarihte
ilk kez ahlâk sorununu ayrıntıları ile incelemiş ve bunu bir bölüm
olarak sistemleştirmiştir. Etos sözcüğü, bir kişiden çok bir grubun
davranışlarını, birlikte yaşayan, çalışan insanların birlikte
geliştirdikleri alışkanlıkları, ilişkileri, davranış biçimlerini
belirtmektedir. Ahlâk ve etik kelimelerinin yukarıda çok kısa da olsa
anlatılmaya çalışılan anlamları, avcılık eylemi ile çok sıkı bir ilişki
içindedir. Hatta etos sözcüğü grubun davranış biçimlerini kapsıyor ve
sorguluyorsa, avcılık fenomeninin mihenk taşı olduğu bile söylenebilir.
Düzenli bir avcılığın kabul
edilebilirliğinin olmazsa olmaz şartlarından biri de, kendi içinde
örgütlenmiş, bireylerini yasalar içinde kontrol edebilen, il bazında
temsil yeteneğine sahip derneklerin varlığından geçer. Bu oluşumlar,
farklı coğrafi bölgelerde ve farklı sosyal gruplardan meydana gelse de,
hepsinin ortak olarak sergilemek zorunda oldukları payda, yükselen
ahlâki değerler olmalıdır. Avcıların, içinde yaşadıkları toplumun değer
yargılarını zedelemekten uzak durmaları, yüksek ahlâki değerleri
savunmaları, zorunlu olarak sergilemeleri gereken davranış biçimleridir.
Sağduyu sahibi avcı, bu değerleri toplumun kabul ettiği asgari
normların üzerine çıkartmakla yükümlü olmalıdır. Çünkü ilgi alanı olan
doğa, hassas olmaktan öte bir cam fanus kadar ince ve kırılgandır.
|
Bilindiği üzere ahlâk, tarihsel
olarak sürekli değişim halindedir. Yükselen değerler yönünde gelişme
göstermesi halinde değişmeyen ahlâk ilkesi yoktur. Ispartalıların özürlü
doğan çocuklara uyguladığı davranış biçiminin, o devrin ahlâk değerleri
ile bire bir kucaklaşmasını, içinde yaşadığımız topluma kabul
ettirebilir misiniz ? İşte bu aşamada etik devreye girerek bu davranışın
salt iyi veya kötü olduğunu değil olayın köklerini irdelemek,
nedenlerini araştırmak, bunların taraflılığını, sınıfsal yanlarını gün
ışığına çıkarmak için çaba sarf eder. Bir anlamda topluma ışık tutarak
insanların ahlâksal yönden yücelmelerine destek verir.
|
Toplum bilincinin yeterince oluşmadığı koşullarda, sınırları göreceli
kavramlar üzerine belirlenmiş toplumsal yargılar başta olmak üzere,
yaşamı düzenlemek için yasama organları tarafından çıkartılmış kanunlar
bile, son derece hassas bir denge üzerine kurulmuş ekosisteme istemeden
de olsa tecavüz edebilmektedir. Eylemini ekosistem içinde yürütme
zorunluluğu olan avcı bu olumsuz koşullardan cesaret almayacak, bunun
tam aksine bu kötü gidişi önleme yolunda çaba sarf edecektir. Yani,
ahlâk sahibi bir avcı kanunlar uygun görse de, o avcıya has duygu ile
kanun ile doğa
koşullarının her zaman birbiri ile
uyum içinde olamayacağını düşünerek hakkından feragat etmeyi bilecektir.
Avcı ahlâkından, avlanma etiğinden bu anlaşılmalıdır. Avcı, kendisine
yüklenmeye çalışılan preditör sıfatı yerine, regülatör kimliğinin
gereklerini yerine getirmeli ve bu tavrın tüm avcı toplumu için ortak
payda oluşturması yolunda çaba sarf etmelidir.
|
|
Etik, yaşam pratiğinin dayattığı kurallar
bütünüdür. İlkçağdan bu yana etik üzerine çeşitli fikirler ortaya
atılmış, farklı anlayışlar egemen olmuştur. Toplumdan topluma hatta aynı
toplum içinde farklı zamanlarda etik büyük değişimler gösterebilir.
Dinin, siyasal yapının ve ekonomik ilişkiler düzleminin doğrudan etkili
olduğu bir alandır etik. Çoğunlukla ahlâkla aynı anlamda kullanılmakla
beraber, etik; ahlâkı da içine alan daha büyük bir alanın
kapsayıcısıdır.
Nerede bir insan varsa orada bir eylem
vardır. Eylemi tanımlamak ve insanlık onuruna yakışır hale getirmek,
eylemi kapsamlı bir etik anlayışıyla sarıp sarmalamakla mümkündür. Etik,
yaşam pratiğinin öğrettiği ve dayattığı bir kurallar bütünüdür.
Varolduğu andan itibaren avlanan insan bu uzun macera sırasında çok şey
öğrenmiş ve bu bilgiler doğrultusunda yazılı olmayan bir avlanma etiği
oluşturmuştur. Yıllar geçtikçe belki bu etiğin kaideleri değişecektir
ama değişmeyecek olan tek kaide, yaşama saygıdır.
“Daha fazlasını ele geçirme arzusu, beraberinde daha çok mutluluk getirmez.”
Avcı, bu düzenleyici anlamına gelen regülatör sıfatını sadece avlanma
fiili sırasında kullanmamalı, yaban hayatının içine çeşitli dönemlerde
bizzat olumlu katkılarla müdahale ederek kendisinin de dahil olduğu o
muhteşem sisteme faydalı olmaya çalışmalıdır. Avcı, canlarını insanlara
emanet eden her türlü canlının yaşama hakkına saygı göstermelidir. Bir
taraftan onların yaşam ortamlarının iyileştirilmesine faydalı olacak
tutumlar sergilerken, bir diğer yandan da bilinçli bir avcı toplumu
oluşması için elinden gelen tüm katkıyı ortaya koymalıdır.

Bizler yaşadığımız dünyanın, bu evrenin
çok küçük boyutlu, ama önemli bir parçasıyız. Varlığımızın devamı, bizi
barındıran ekolojik sistemin varlığı ile bire bir ilintilidir. Eğer
varlığımızı çok daha iyi koşullarda sürdürmek istiyorsak, eğer bu
dünyanın bize sağladığı nimetleri gelecek kuşaklara çoğaltarak devretmek
istiyorsak, hatta, buna zorunlu olduğumuzu kabul ediyorsak, her şeyden
daha mükemmel olan doğanın kanunlarına saygı gösterelim. Bu bağlamda
tabiatın acımasız felaketlerinin bile bir sebep-sonuç ilişkisi içinde
meydana geldiği gözden ırak tutulmamalıdır. Kişisel tatmini ön plâna
alarak sağlanmaya çalışılan maksimum fayda, veya maksimumum haz,
beraberinde maksimum sömürüyü; dolayısıyla hızlı bir tükenişi de
beraberinde getirir. Mevcut yasalar, doğanın hızla değişen koşulları
karşısında yetersiz kalmaktadır.
Özellikle tabiat şartlarına karşı çok duyarlı olan yaban hayvanlarının
durumu bu konumdan en çok zarar görenlerdir. İşte bunun için ;
• Acımasız bireyler yerine, sorumluluğunun idraki içinde olan avcılara,
• Merhametsiz bir avcı kimliği yerine, şefkatli bir avcıya,
• Acımasız bir preditör yerine sağduyulu bir regülatöre,
• Kanunlara karşı çıkmayı marifet sayan bir kimlik taşımak yerine, arzu
ve gereksinmelerini yasaların kendisine tanıdığı haklar çerçevesi içinde
kullanan bir avcıya,
• Sistemin aksaklıklarından faydalanan oportünist bir avcı olmak yerine, sağduyu sahibi bir avcıya,
• Yerel göstergelerin veya yükselen değerlerin yerine, tüm dünyanın ve
tüm zamanların kabul ettiği evrensel değerleri kendisine ilke edinmiş
bilinçli avcılara
½imdi, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Özetle; yüksek ahlâki değerler taşıyabilmek ve insana özgü genetik
mirasımız olan avcılığı evrensel değerlerle bezenmiş olarak gelecek
kuşaklara aktarabilmek, “sürdürülebilir avcılığı temin maksadıyla her
alanda sürekli eğitimi” gündemde tutmak, ana hedefimiz olmalıdır Mehmet Emin Bora
|
|